|

Bir Anlatı | Herif-i Naşerif: Tip 1

Bahçeli evimin kapısı önündeki masamda oturuyorum. Arada bir karşımda, sarı çiçekleri içe doğru yumulmuş olan akşamsefalarına bakıyorum. Orta şekerli kahvemi yudumluyorum. Masa üzerinde duran, su bardağıma yakın bir yerde açık bir kitap: Yaşadığım Günler.
1894'ten 1991'e, 97 yıl yaşamış olan, Yapı Kredi Bankası kurucularından Kâzım Taşkent'in 1940-1978 arası anıları var kitapta...
Doğulu ve Batılı insan tiplerinin değişmez özelliklerini sıkça vurguluyor bu kitapta Taşkent. Arada bir Taşkent'in yaşam anlayışından notlar alıyorum, kitabı okurken.

'Bir toplumda kötülükler ve tedirginlikler artar da, zamanında önlemleri alınmazsa, ortalık, kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan maceracı insanlarla dolar. Bunların en hayalci ve atak olanı başa geçer ve toplumu bilinmez bir yöne doğru sürükler. Benim yaşadığım dünyada, böyle pek çok sefere çıkıldı. Bu seferlerde çok acılar çekildi.'

'Hiçbir şeye sahip olmayan insanın, çok şey elde etmek için tehlikeleri göze alışını anlarım. Ama varlıklarını daha da büyütmek için yeni tehlikeleri göze alabilenlere, hatırlatmak isterim ki, her şeyi kaybedebilirler.'

'İnsanları beraberlik içinde yaşatmanın şimdiye kadar başarı kazanmış üç yolu vardır. Ya korkutacaksın, ya inandıracaksın, ya da öylesine karınlarını doyuracaksın ki, düşünmeyecekler!'

'İnsanları beraberlik içinde...'yle başlayan notumu bitirmek üzereyim ki... Şap! Şap! Şap! Bir terlik sesi...
Sokak girişindeki sokak kapısından başlayan merdivenlerde, merdiveni düzgün aralıklarla adımlayışından kim olduğunu çıkardığım birinin ayak sesleri geliyor kulağıma. Mahalle komşumun üniversitede okuyan kızlarından ikincisi bu.
Zaman zaman uğrar. Hal hatır sorar bana bu kızcağız. Bazen de okuyacak birkaç kitap ister geldiğinde.
Kendi yaşadıklarının, okuduğu kitaplardaki kimi yaşantılarla benzeştiğinden dem vuran söyleşiler başlatır bazen de.

Bu gelişinde, kendi kaleminden çıkma iki sayfa yazı getirip attı masama.
Birinci sayfanın başına, okuduğu bir kitaptaki şu alıntıyı koymuş:

'Kalkıp gidecek ya! Aptest almaya. Gitmeden önce, dikiliyor kadının başına. Bak, diyor, dinlemezsen koca sözünü, dinden çıkarsın ha, bilmiş ol! Dönüyor aptestten, geliyor salona, yine dikiliyor kadının başına, aynı tehdit: Bak, dinlemezsen koca sözünü, dinden çıkarsın ha, bilmiş ol!'

Bu alıntıdan sonrasına koymuş kız, kendi kaleminden çıkan yazıları. Öykünün içine beni değil de, bana biraz benzeyen birini de koymuş ikinci adam olarak...
Böyle yapmasının nedenini sorduğumda, 'O ikinci adam, öyküdeki anlatıcının iç sesi. Karakterini ve anlayışını biraz sizden aldım. Sizi çok dinlediğimi, size zaman zaman pek çok sorular sorduğumu bilirsiniz. O iç ses, iyi tanıdığım biri olsun istedim,' diyor kız.
Şunu da ekliyor: 'Yazdığım bu öykü, bütünüyle gerçektir. Okuldan tanıdığım bir erkek arkadaşım, son zamanlarda ailesi içinde yaşanan birkaç olayı anlattı bana. Ben de tuttum, arkadaşımın anlattıklarından bazılarını döktüm yazıya.'

Her nedense, bana yazılarını gönderen, getiren çoğu kimsede, yazarken gerçeğin kurgudan daha önemli olduğuna ilişkin izlenimler edinmişimdir.

'Peki,' diyorum kıza ve başlıyorum yazdıklarını okumaya.
* * *
Çıkıyor dışarı, namazı camide kılacağını söyleyerek, çağırıyor kapıya ablamı. Yine aynı tehdit: 'Bak!' Dinlemezsen koca sözünü, dinden çıkarsın ha, bilmiş ol!'
'Yeter be!' diye bağırıyor ablam adamın arkasından. Ablamın bu sert sesini işiten adam, durduğu yerde başını geri çevirip, sağ elinin işaret parmağını sallaya sallaya bir tehdit daha savuruyor: 'Namazdan döndüğümde, sen görürsün!'

Dinlemekten sıkılırsınız diye, böyle daldan budaktan gidiyorum anlatırken. Dinleyecekseniz baştan anlatayım ben size o gün olanları. İster misiniz, var mı sabrınız dinlemeye?

Geçenlerde ağabeyimin kaldığı evin, hemen yan tarafına, iki bekâr delikanlı taşındı. Her gün, sabah kalkıp işine gücüne giden, yalnızca pazar günleri evde tüm gün geçiren iki genç insan...
Bakın bu anlattığım çok önemli. Anlatacağım olaydaki adam, bu değişiklikten sonradır ki, kendi gerçek yüzünü büsbütün açığa vurdu.

Bu yörede oturan çocuklarının yaşadığı eve konuk gelen ablam, kurabiyeler hazırlamış, telefon ediyor ağabeyime: 'Kurabiye getireceğim sana,' diyor, 'yola in de al!'
Yola inip alıyor ağabeyim kurabiyeleri. Teşekkür etmekle kalmıyor, 'Yukarı eve gel, çay demleriz,' dediğinde 'Olmaz!' diyor ablam. Gelemem, işim var hemen geri dönmeliyim. Ama yarın görüşürüz, dışarda dolaşır gezeriz biraz. Ararım ben seni,' diyor.

Yarın oluyor: Ne gelen, ne de arayan var. Meğer ablamın, karşıdaki evinde birlikte yaşadığı adam da gelmiş, ablamın konuk olduğu eve.
Ertesi gün, 'Gel gidelim, ağabeyime hal hatır soralım, fazla kalmaz döneriz,' filan diyor ablam adama. Adam olmaz deyince, 'Ben kendim gideyim o zaman, birazcık kalır dönerim,' filan diyor ablam. Bunun üzerine razı oluyor adam, ağabeyimin evine birlikte gitmeye.
Onlar orada yola çıkmak için akşam olsun diye beklerlerken, akşamüstü bir mesaj yolluyor ağabeyim ablama. 'Hani aramadın beni?' diyor.
Hemen bu mesajın ardından ablam, ağabeyimi arayıp, 'Sana geleceğiz birlikte, hep evde misin?' diye soruyor. Sabahtan beri evde olduğunu ve çok sıkıldığını belirterek, ne zaman uğrayacaklarını söylemesini istiyor ağabeyim.
'Yarım saat sonra sendeyiz,' diyor ablam.

Geliyorlar. Hoş beş. Salonda rahat görünen bir koltuğa oturup, başlıyor adam anlatmaya...
'Ben, her yerde okudum. Suriye'de okudum. Memleketim Mardin'de okudum. Almanya'da okudum! Bak kardeşim Allah, Kuran'da der ki...
Hepimiz bunlara uymak zorundayız. Yoksa cehennemde çatır çatır, çıra gibi yanmak var. Dahası da var. Bu dünyada...'

Ne okudunuz oralarda diye sormamış mı ağabeyiniz? Sorduysa adam ne demiş?

Sormuş. Demiş ki adam, 'Ben öyle zihniyetsiz insanlar yetiştiren mekteplerde hiç okumadım. Doğrudan, hayat üniversitesi okudum. Bir değil, hem de birkaç yerde.'

Bak, sen! İyi halt etmiş! Neler öğrenmiş bu hayat üniversitelerinde? Hayallerinden ya da düşündüklerinden çok, davranışları ele verir insanı. İzlediğin kadarıyla nasıl biri, anlat biraz bakalım.
Bir de, adamın nikâhlı eşi değil ablanız. Öyle anlıyorum, anlattıklarınızdan.

Evet, değil. Adam evli başka kadınla. Ancak adamın nikâhlı eşi, çocuklarıyla birlikte Almanya'da yaşıyor.

Ablamla olan birlikteliğinin yasadışı olduğunun farkında adam. Ama, ne zaman bizden biriyle karşılaşsa hep böyle dini konulardan ahkâm kesip duruyor. İstiyor ki, kendi densizliklerini konuşmaya gelmesin sıra. Örtülüversin, kaynasın gitsin arada.
Kalabalık bir aileyiz biz. Birimizden çekinmese, öbürümüzden çekiniyor. Bu yüzden, bir araya gelmemizi de elinden geldiğince engelliyor.
Nedir bu iş, anlat bakalım, dememizden korkuyor belki de. Konuk olarak geldiğinde, beş vakit namazın, üçünü yakındaki camide kılıyor. Çok kurnaz adam...
Kendisinden kaynaklanan bir cıngar çıkacak olursa, görenler diyecekler ki, 'Bırakın Allah aşkına. Namazında niyazında olan bir adamdan ne istiyorsunuz?'

Bu yüzden, bizleri, çeşitli yollarla tek tek avlayarak birbirimize düşürmesi gerekiyor adamın. Ailemizden birinin evine geldiğinde, öbürkülerin bundan haberi olmuyor çoğu zaman. Aramızdaki küskünlükleri onarmak istiyormuş havası estirerek, her açığımızı, bir bir öğrenmeye çalışıyor. Birimizden aldığını öbürümüze satıp, bizi birbirimizden soğutup, aramızda, kendine yer açmak için yapıyor bunu.

Müslümanlığı Almancı bir Türkiyeli olarak, Almanya'da öğrendiği için, konuştuğu sözler arasında, 'zorda kalanı desteklemek, hastalananın yanında olmak, insanlara yardımcı olmak' filan gibi sözler hiçbir zaman yer almıyor. Çünkü, Almanya'da bu tür destekleri Sosyal Hizmet Bürosu ve İşsizlik Kasası sağlıyor.
Bir de anladığım kadarıyla, akıl hocaları, Türkiye'de yaşayan herkesin dinden imandan çıktığını sokmuşlar adamın kafasına.

Delirtmişler adamı, desenize şuna... Zavallı adam!
Pardon, boyu posu yerinde mi bari? Giyim kuşam?

İki metre var adamın boyu? Giyim kuşamı da yerinde sayılır. Ne var ki, adam, kalıbının adamı değil. Bana sorarsanız, bomboş adamın kafasının içi. Ama, adama sorsanız, âlim mi âlim.

Anlatacağım olaya döneyim...
O gün, adam ve kızkardeşim kalkıp gidecekleri sırada, çıkarken tam kapının önünde, küçük bir tartışma çıkmış aralarında. Demiş ki ağabeyim:
'Bakın kardeşim, böylesi dini konular açıp konuşmak, sizin gibi kulaktan dolma laflara sığınan adamların işi değil. Bu işi maaş alıp yapan görevliler var. Bırakın bu işleri onlar yürütsün. Yok yine de ben bildiğimi okuyacağım diyorsanız, gidin de, kendi ayarınızdakilerle konuşun bunları. Ben ununu elemiş, eleğini duvara asmış adamım. Açılmayacak bu kapı artık bir daha size. Sizin gibiler, bana gelen yoldaki 40 kapıyı öncelikle çalması ve 40 makamı öncelikle aşması gerek. Bırakın sizin gibileri, hiç kimse bana öyle doğrudan, çatkapı ulaşamaz...'

Bak, sen! Eee! Ne demiş peki adam? Al Allah delini, zapteyle kulunu, diyerek girişmemiş mi ağabeyinize sille tokat?

'Has süttür, ordan! Sen kimsin?' demekle yetinmiş. Gerginlikten dili tutulmuş olmalı.

Karşılık ver miş mi ağabeyiniz peki?

Vermiş. 'Sen, evime gelip, bana bu sözü söyledin ya! Aşk olsun! Unutma bu sözünü, günü geldiğinde yutturacağım o sözünü sana!' demiş.

'Sen,' diye konuşturmuş sonunda ağabeyinizi. Ya adam ne demiş?

Adam, 'Girerim şimdi içeri, yolarım saçını başını!' diyerek dönüp, kapıya doğru yürümek istemiş.

Peki ablanız hiçbir tepki göstermemiş mi bu duruma?

Ablam, geri çekmiş adamı: 'Çok ayıp bu yaptığın. Bak, bu kadarı fazla!' diye azarlamış. Sonra dönmüş kapı önünde duran ağabeyime: 'Ağabey! Çok özür diliyorum ben, kendi payıma,' filan demiş ve alıp adamını...

Çekip gitmiş, öyle mi?

Pek öyle değil. Dahası var ki, o da yalnızca yiyebilene... Çiğneyip yutabilene.
Akşamüstü ya. Alacakaranlık, kurtların sevdiği hava bir bakıma.
Adam, merdivenleri inerlerken, başlamış çevre evlerin pencerelerine, kapılarına bakına bakına bağırmaya: 'Gomoniz adam işte, n'olcak! Duyun ey ahali! Şu komşunuz gomonizdir!'

Gomoniz ha! Komünist demek istemiş galiba adam. Belli ki, adam öğrendiği her şeyi kulaktan dolma öğrenmiş. Anlaşılan tek yazı, tek kitap okumamış bu konularda.

Orasını bilemem...
Adam ablama dönüp, yine herkese duyururcasına, 'Bak,' demiş, 'bundan sonra bu eve adımını atacak olursan, kırarım ayaklarını. Bilmiş ol!'
* * *
Bitince kızın yazdığı bu anlatıyı okumam, soruyorum kıza: 'Niye, kırarım ayaklarını...? Dinden çıkarsın ha, demesi gerekmiyor muydu adamın?'
'Ne bileyim, arkadaşımın anlatısında böyleydi. Değiştirsek mi sizce?' diyen kıza, 'Hayır,' diyorum, 'bırakın, öyle kalsın'.

Soruyor sonra bana kızcağız: 'Ne dersiniz bu öyküye?'
- Eh, derim...
- Ad bulamadım bu öyküye. O kadar düşündüm oysa.
- Ben buldum. Söyleyeyim mi?
- Söyleyin!
- Herif-i Naşerif!
- Ciddi misiniz?
- Evet!
- Herif-i Naşerif?
- Herif-i Naşerif!

Soruyor kız: Herifin i'sinde uzatma/inceltme şapkası var mı?
Bırak kısa ve kaba kalsın, diyorum kıza.
Peki, diyor kız, 'naşerifin, a'sında...
Ayrıca, naşerif mi, naşeref mi'

Geriliyorum: 'Yeter!'

Alıyorum masamdaki not defterimin içindeki kırmızı vurgu kalemimi, yazıyorum koca koca harflerle birinci sayfanın başına:

HERİF-İ NAŞERİF

Yazar: Ömer Çendeoğlu. Tarih: Cumartesi, Kasım 27, 2010. Yazı etiketleri: , . Bu yazının bütün yorumlarını RSS 2.0 aracılığıyla izleyebilirsiniz.
"Bir Anlatı | Herif-i Naşerif: Tip 1" için, henüz yorum eklenmedi... Siz ekleyin lütfen.

YORUMUNUZ... LÜTFEN!

GÜNCEL YAZILAR

GÜNCEL YORUMLAR

ÇOK OKUNANLAR

KÜRESEL DEFTER'İ İZLEYİN!

Facebook

Twitter

FOTOYAZI

kureseldefter.blogspot.com worth
Blogunun değerini öğren