|

Hayır! Takıcıya Taktım Ben!

Bir insanın bir başka insanla ‘dostluk’ kurması ve bu dostluğu uzun süre yaşatması hiç de kolay değildir. Arada bir ya da geçici olarak kopuveren dostluklar, dostluğun yanı sıra dost olanların yaşamlarının da ‘tuzu, biberi’dir. Ama, günü gelip de, tümüyle kopan dostlukların hüzünleri, çok ağır olur.
‘Düşünce dostluğu’, ayrı bir yazı konusu olsun. Ben bu yazımda, bir başka ilginç dostluk ya da ‘bağlılık’ üzerine söz etmek istiyorum.

Aynı kanı taşıyanlar arasında, kendiliğinden oluşan ‘korumacıl’ dostlukları bilirsiniz. Geleneksel aile anlayışlarından ve paylaşılması zorunlu toplumsal değerlerden kaynaklanan baskıların etkisiyle daha da pekiştiği görülür bu dostlukların. Çıkarların çatıştığı dönemlerde, sıkça örselenen bu ‘korumacıl dostluklar’ı besleyen, gerçekte çok basit bir ‘sıcaklık’ ya da ‘yakınlık’ duygusudur. Ancak, bir arada olmanın getirdiği beklentiler, bir başka türlü zora sokar bu dostluğu.
Zamanla bireylerin dünya görüşleri farklılaşmaya başladığında , aile bireyleri birbirlerinden ya da birkaçı bir araya gelerek öbüründen uzaklaşır. Derken, karşılıklı kopuşlarla, herkes ailedeki kendi konumunu yeniden düzene sokar.

Özellikle, sayıca kalabalık olan, eğitimden yoksun, bir ayağı geldiği ‘köy’de duran ailelerde, dünya görüşü farklı olana karşı, aile büyüklerinden anne ya da baba, bazen de amcalarla dayanışma sağlanarak, aile içi ‘çeteleşmeler’e bile gidilir. Ailenin eğitimi sınırlı kadınları aracılığıyla, ilerde bir araya gelindiğinde üzerinde durulmak üzere, ‘yapay sorunlar’ın yanı sıra akıl almaz ‘dedikodular’ üretilir.

Çoğu eğitimsizlikleri ve mesleksizlikleri yüzünden, çok küçük kazançlarla kıt kanaat geçinen; bırakalım ayda, üç ayda ya da altı ayda biri, yılda bir kez bile bir sinema perdesi, bir tiyatro sahnesi görmemiş olan bu insanları, koca bir kent ortamında yine de ayakta tutacak bir şeyler olsa gerek, öyle değil mi?

Çevremde, mahallemde rastladığım küçük bir gözlemimi aktaracağım ben size. Ne diyeceksiniz bakalım...

İleri düzeyli eğitimden yoksun olan bu ailelerin erkek çocukları, askerliklerini bitirip basit bir iş edinmişlerse, yakın uzak akrabaların da parasal desteğiyle, öncelikle akrabalardan birinin ‘okul kaçkını’ kızlarından biriyle ya da mahalledeki benzer bir kızcağızla hemen evlendirilir.
İstanbul’un tuhaf yapılarla dolu kıyı, köşe ve bucaklarında kümelenmiş olan bu tür aileler arasında öylesine ilginç bir dayanışma vardır ki, bunu bilseniz -bilenler vardır elbette- şaşkınlıktan küçük dilinizi yutarsınız.
‘Bozacının şahiti sirkecidir’ ya da ‘hacı hacıyı Arafat’ta, it iti Kalafat’ta bulur’ denir ya. Yanlış anlaşılmasın, ‘küçümseme’ bağlamında söylemiyorum: tıpkı öylesi, ama yine de ‘gizli kapaklı’ bir ‘dayanışma’dır bu.

Bu tür ailerin düğünlerinden birinde bilmem hiç bulundunuz mu?

O düğünlerde, geline ve damada, paraca ya da altın olarak ‘takı takma’ sırasında nasıl yarışırlar birbirleriyle, bilemezsiniz. Dışarıdan bakanların, ‘Canım, nesi var? Geleneksel bir dayanışma. Kötü mü?’ diyerek ‘gaz vereceği’ bu yarışın etkenlerinden biri de, düğünün ardından hemen başlayacak olan ‘şu şu kadar, bu bu kadar takı taktı’ dedikodusudur. Bu tür dedikodular, özellikle ailelerin ‘kaşarlanmış dedikoducu kadınları’nca yapılır ki, etkisi katmerleşsin.
Çünkü, yakın bir dönemde akrabalardan bir başkasının düğünü olduğunda, şu an evlenmekte olan kızına ya da oğluna takı takılan kişi ya da aile, takı takma yarışında herkesten önde gidecektir. Yalnız, önde giderken düşünecektir de. Kendi oğul ya da kızının düğününün hemen ardından yapılan dedikodulara göre atacaktır adımını. Dedikoduların dozuna ve durumuna göre, ya üste çıkacaktır ya da altta kalacaktır takısını takarken.

İlginçtir ki, bu aillerin, kız olsun erkek olsun, çocukları evlenecek yaşa geldiğinde, karı koca ve çocuklar bir arada bazı akşamlarda düzenledikleri çay içme söyleşilerinde, sık sık bu takı konusunu açarlar aralarında: ‘Geçen yazki düğüne kadar 25 kişi vardı, bize takı takma borcu olan. Ne dersiniz, birkaç düğün daha beklesek de takıcıların sayısını artırsak ve ondan sonra yapsak nişanı/düğünü?’
Hemen biri atılır söyleşiye –ki genellikle bu, kafası dedikodu kabağına dönmüş olan annedir-: Doğru. Nişan dediğin her zaman olur. Duralım hele. Takıcılar 30’u geçsin. Düğünü öyle yapalım!’

Her gün birbirlerinin yaşayışlarını kollayan, izleyen, sıkça kavga edip, sıkça barışan, çoğu birbiriyle akraba olan bu ailelerin özellikle bayram günlerinde, hepsinin yirmişer otuzar kişilik minibüsleri, otobüsleri doldurarak birbirlerini ziyaret ettiklerini görürsünüz.

Bu ‘engellenilemez bağlılığın’, bu ‘yapay dostluğun’, bu ‘şizofrenik aile ya da insan sevgisi’nin temel dayanağının ne olduğunu sanırım artık anladınız:
Her birinin öbürünü, bir ‘büyük takıcı’ olarak görmese de, en azından olası bir ‘takıcı’ olarak görmesi. Ama, ‘yalnızca bir takıcı olarak’ görmesidir.
Hepsi, bu.

Yazar: Ömer Çendeoğlu. Tarih: Perşembe, Ekim 21, 2010. Yazı etiketleri: . Bu yazının bütün yorumlarını RSS 2.0 aracılığıyla izleyebilirsiniz.
"Hayır! Takıcıya Taktım Ben!" için, henüz yorum eklenmedi... Siz ekleyin lütfen.

YORUMUNUZ... LÜTFEN!

GÜNCEL YAZILAR

GÜNCEL YORUMLAR

ÇOK OKUNANLAR

KÜRESEL DEFTER'İ İZLEYİN!

Facebook

Twitter

FOTOYAZI

kureseldefter.blogspot.com worth
Blogunun değerini öğren