|

Diyor ki Editör: Hadi, Başka Kapıya!

Merhaba... Sonunda, siz de arayıp buldunuz, Küresel Defter adlı bu blogu ve bu yazı canavarı, 'aymaz editörü'nü.
Ne tuhaf değil mi, blogumun adı? İnsana ilk bakışta, 'Küreselmiş, peh! Yerel olsa ne yazar!' dedirtecek bir ad.

Türkiye'de 'yaşıyormuş gibi yapan' benim gibi biri için, gerçekte hiç de tuhaf değil bu ad. 'Küresel' sözcüğü, içi dolu bir kavram; ne var ki, geleneğinden başka tutunacak bir ipi kalmamış, az geliş(tiril)miş bir ülke insanı için, bundan daha sıkıcı bir kavram yoktur.

Yer'Küre'miz, nasıl oluyorsa, bunca sevgisizliğe, bunca nefrete, bunca anlayışsızlığa, bunca savaşa, bunca şiddete karşın: 'Küstüm size. Dönmüyorum ben artık,' demiyor. Belki de: 'diyemiyor’.

Günümüz dünyasında 'şiddet', herkesin üzerinde söz söyleyebileceği ölçüde gündelik, sıradan, alışılmış bir konu artık. Diyelim, savaşa karşısınız ya da özgürlük düşkünüsünüz, öyle ya da böyle savunduğunuz bir yaşam politikanız ya da görüşünüz de var. Pekiyi o zaman. Şimdi, aşağıda soracağım soruları yanıtlayın da göreyim sizi...

Konuşuyorsanız: hiç kimseyi ürkütmeden, incitmeden, ötelemeden, berilemeden nasıl konuşuyorsunuz?
Yazıyorsanız: hiç kimseyi ürkütmeden, incitmeden, ötelemeden, berilemeden nasıl yazıyorsunuz?
Çiziyorsanız: hiç kimseyi ürkütmeden, incitmeden, ötelemeden, berilemeden nasıl çiziyorsunuz?

Bugün yaşıyorsanız, yaşayabiliyorsanız: hiç kimseyi ürkütmeden, incitmeden, ötelemeden, berilemeden nasıl yaşayabiliyorsunuz?
'Bu çizdiklerime, yazdıklarıma, konuştuklarıma kim nasıl tepki gösterir?' diye soruyor musunuz kendi kendinize?
Ya da: 'Çizerek, yazarak, konuşarak yaşamak istersem, kim bana ne der, ne yapar; kim ne ister benden, bana ne verir?' diye...

'Ne olursa olsun ben düşüncemde, davranışlarımda, amacımda direnirim,' mi dediniz? Öyle geldi bana... Yalnızca sizin kendi direnişiniz, acaba neleri değiştirmeye yetebilir bu dünyada?

Hiç kuşku yok: Bir insan olarak, bugüne gelinceye dek, siz de kendinizi arayıp bulmaya çalıştınız. Keşfettiniz bir şeyleri. İçinizdekilerle yüzleştiniz. Bilmediğiniz, belki de korktuğunuz birçok yanınız olduğunu gördünüz ya da fark ettiniz. Artık kendinizi 'aydınlanmış' biri sayıyorsunuz...

Birileri yakınıyor: 'Yıkılmaya yüz tutmuş eski değerler, son demlerinde.'
Sizse, çarpıtılmış dünyanızın beş duyusal, en çok da görsel kirliliği karşısında yapmak istediklerinizi yapamamanın bunalımı içindesiniz. Bırakın kendinize yakın bulmadığınız kimi küçükburjuva değerleri, özgürlükçü kimi burjuva değerlerin bile, eksen değiştirip sizin üzerinize yöneldiğini görüyorsunuz.

Biraz 'öfkeli'siyseniz... Belki de bu yüzdendir. Yalnızca mahallenizde ya da içinde yaşadığınız kentin bütün yaşam koridorlarında rastladığınız insanlara değil, giderek kendi aileniz içindekilere bile 'acıyarak' bakmaya başladınız.

Gördünüz ki, insanlararası 'yabancılaşma': diz boyu. Bırakın kendi emeğinizin, birikiminizin kendi yaşamınızı kolaylaştırmasını; bin bir uğraşla edindiğiniz deneyimleriniz bile, sizin için bir 'ayak bağı' olmaya başlamış. Artı değerlerlerinizle, farklılığınızla, bırakın ödüllendirilmeyi, apaçık suçlanıyorsunuz. Tüm iş ilişkilerinin yozlaştığı bir sistem içinde küçücük de olsa bir yer edinip geçiminizi sağlamayı ya da basit de olsa bir yaşam sürdürmeyi mi düşünüyorsunuz? Hiç düşünmeyin...
Çünkü vaktiniz kalmamıştır düşünmeye: siz, bağlı olduğunuz aile içindeki soysuzlaşmalar, yabancılaşmalar ve 'ihanetler'le baş edeyim derken, atı alanlar Üsküdar'ı çoktaaan geçmiştir.

O halde ne yapacaksınız? Eylemsizlik içinde, uyurgezerler gibi mi yaşayacaksınız? Yoksa takılıp onun bunun ardına, her söylenilene gönülden katılıyormuşçasına 'He, hı,' diyerek, özünüzü, kişiliğinizi mi örseleyip duracaksınız? Yoksa, yaşamaya, bir şeyler yapmaya karşı duyduğunuz güçsüzlüğü, can sıkıntılarını mı dillendirip duracaksınız, arada bir, zor da olsa gülümseyen bir yüze rastladığınızda? Hayır! Ya???

Yazacaksınız... Yaşadığınız her şeyi kâğıda dökeceksiniz. Kağıtların da 'iki yüzlü' olduklarını, onların da, günü geldiğinde sizi sırtınızdan vurabileceğini unutmaksızın yazacaksınız...
Yazarken 'tek sesli' değil, 'çok sesli' yazacaksınız. Yazdıklarınızı okuyanlar, sizin için, 'Çok sempatik biri!' demekle yetinmeyecekler; 'Çok empatik biri!' de diyebilecekler: öyle yazacaksınız.
Yazdıkça endişelerinizi, daha bir mi endişeleniyorsunuz: olsun!
Yazarken, özellikle 'fincancı katırlarını ürkütmek'ten, asla ve asla korkmayacaksınız.

Yazının mevsimi olur da, yazmanın olmaz. Yazın da yazacaksınız, kışın da. Belki de en çok, kışın yazacaksınız. Kışın yazarken, belki de en çok, direniş çiçeklerinin başında gelen 'kasımpatılar'ı kutsamak için yazacaksınız. Bahçenizdeki 'yenidünya'nın (maltaeriği) dallarındaki sütbeyaz çiçeklerin, siz yazdıkça daha bir sütbeyazlaştığı algısına kapılana dek yazacaksınız.

Niye 'kötüye gidiyor' birçok şey? Hedefte olduğunuzun ve birbaşına olduğunuzun farkında mısınız? Bu soruların yanıtı bilin ki, yalnızca sizdedir. Ancak kendi değerlendirmeleriniz ulaştırır sizi, doğru sorular sorma, doğru yanıtlar bulma bilincine. En tutarlı değerlendirmeyse, kâğıt üstünde yapılandır. Yazıp çizip bir şeyler karaladıkça fark edersiniz durumunuzu. 'Yaşamak istiyorsam, ricat etmek -yeni deyişle- geri çekilmek zorundayım,' demeseniz de, en azından, 'Bulunduğum yerde kalacaksam, 'hedef küçültmeliyim filan,' dersiniz.
Acılarınızı paylaşan birileri olmadığında, hedef kendiliğinden küçülmüş olacaktır. Acılarınızı üretenlere, size bunca acıyı yaşatanlara ve onlara destek olanlara 'direnme'nin yalnızca 'kişisel' bir anlamı vardır artık. Kişisel direnişinse en tutarlı, en etkili yolu nedir? Yazmak!

O halde: gidip oturun masanıza. Yazın! Yazın! Yazın! İmgeler bulun. Anılarınıza kulak verin. Kişisel deneyimlerinizi, hayal gücünüzü, saplantılarınızı, rüyalarınızı, düşlerinizi çağırın yanınıza. Kendinizinkilerle olmuyorsa, tanığı olduğunuz kişilerinkiyle çıkın yola.

Olmazsa çevrenizdeki nesneleri gözleyin: tutun onların elinden. Masa/lı/nızdaki o vazo, niçin bıraktığınız gündeki gibi duruyor yerli yerinde? Niçin alıp başını, çıkıp gitmiyor evinizden? Ellerinizle götürüp koynuna bıraktığınız geçen haftaki iki kasımpatısını sulayıp durdu elinden geldiğince ölmesin diye. Solunca atıverdiniz kasımpatıları çöp kovasına.
Ya vazoyu? Onu niye atmadınız? Atsanız bile, kırmadıysanız o vazonun kalbini, birileri gelip, çöplükteki çöplerin içinde parıldayıp duran, ben burdayım diyen o vazoyu görecek, çıkarıp alacaktır. Nerde o eski, sizdeyken size tam bağımlı olan o vazo? Derken...
Yeni mekânlar, yeni yüzler: yepyeni masa/l/lar, yepyeni aşk öyküleri ki çiçek çiçek...

Yazarkenki, en doğurgan kaynak ne midir? Ardına düştüğümüz, çoğu zaman ruhumuzu arındıracak yerde onu yakasından tutup boğmaya çalışan, ruhsal dünyamızın altını üstüne getiren 'tutkularımız'dır. Siz yazarak, tutkularınızı kurcaladıkça, o da sizin yaşam bağlarınızı, ilişkilerinizi yeniden kurcalayacaktır. Yaşam serüveninizde kapalı kalmış birçok kapıyı açmış olmakla kalmayacaksınız böylece. Açıldıkça yazılacak ve yazılarınızı umulmadık ölçüde zenginleştirecek yepyeni 'başka kapılar'la da karşılaşacaksınız.

Evet! Yetmez mi bunca söz: yeter!
Bitmez mi bu yazı burada: biter!
Der ki EditörBeyiniz şimdi size, sonsöz olarak:
Hadi! Hadi, başka kapıya!


Yazar: Ömer Çendeoğlu. Tarih: Cumartesi, Kasım 06, 2010. Yazı etiketleri: , , . Bu yazının bütün yorumlarını RSS 2.0 aracılığıyla izleyebilirsiniz.
"Diyor ki Editör: Hadi, Başka Kapıya!" için, henüz yorum eklenmedi... Siz ekleyin lütfen.

YORUMUNUZ... LÜTFEN!

GÜNCEL YAZILAR

GÜNCEL YORUMLAR

ÇOK OKUNANLAR

KÜRESEL DEFTER'İ İZLEYİN!

Facebook

Twitter

FOTOYAZI

kureseldefter.blogspot.com worth
Blogunun değerini öğren